Dalyan’da bir Haziran günü…
Çeşme’de esen rüzgâr; karada enerji tribünlerini çevirirken, sahilde yelkenleri şişirip denizi kabartıyor. Sahilde taşlık kesime kurulu platformda sert rüzgâra rağmen güneşe karşı oturmuş; dalgaların sahile vururken çıkardığı o huzur verici hışırtılı, dalgalanan bayrakların çıkardığı patırtılı seslere kulak kabartıyorum.
Ne gariptir ki; bu rüzgârda bile havadaki martı hiç savrulmadan ufak kanat hareketleri ile havada asılı kalıp istediği hareketi yapabiliyorken, neden düşünceler beynimde hapsolmuyor? Girdaba kapılmış bilinmeze doğru yol alıyorken düşüncelerim; dalgalar vuruyor sahile ardı ardına, köpük köpük oluyor sahil.
Yine ne gariptir ki; aklımdan savrulmayan bir tek O. Her dalganın sahile vuruşunda O’nun kokusu, her savrulan düşünceme karşın aklımda tutunan yine O. Dalgalanan bayrak değil, O’nun saçı; köpüren dalga değil, O’nun neşesi.
Güneş denizden batarken platformda oturmuş ufkun kızıllığını, uzak dağların sislere bürünmüş zirvelerini gözlüyorum. Güneşin vurduğu denizde dalgalar ışıl ışıl parlarken ben, Dalyan’da oturmuş O’nu hayal ediyorum.
Güneş denizden batarken platformda oturmuş ufkun kızıllığını, uzak dağların sislere bürünmüş zirvelerini gözlüyorum. Güneşin vurduğu denizde dalgalar ışıl ışıl parlarken ben, Dalyan’da oturmuş O’nu hayal ediyorum.