28 Nisan 2011 Perşembe

Çaresiz

Hâlbuki ne de güzel başlamıştı gün. Kasabadan yarım saatlik bir yürüyüşle gelmişti Ege Denizi’nin yeşil-mavi sularını gören bu tepeye. Patika boyunca orman sık değildi. Asırlık çam ağaçları eşlik etmişti O’na. Bir yanında deniz, bir yanında orman; havada bahar kokusu. Hava ne sıcak ne soğuktu; Ege’de tipik bir Mayıs günüydü. Denizden esen hafif ılık rüzgâr terini alıp götürüyor, hoş bir serinlik bırakıyordu vücudunda.
 

İlk defa gelmiyordu bu bölgeye her yıl kamp yapmaya gelir, en az iki gün kalırdı. Öğle vakti çadırını kurmuş, hafif atıştırmıştı. Çevreye kısa gezintiler yapmış; bol bol doğa, çiçek ve böcek resimleri çekmişti. Kadrajına güzel kareler de düşmüştü. Bunları yazacağı “Doğada Yalnızlık” adlı eserinde kullanabilirdi. Fotoğraf çekiminden sonra gölge bir ağaç altı bulup uzanmıştı çimenlerin üzerine. Doğayı dinlemiş; şakıyan kuşları, yakında akan derenin sesini hissetmişti ruhunda. Birkaç defa da arı vızıldayıp durmuştu kulağında, oralı olmamış tüm bedenini teslim etmişti doğaya.




23 Nisan 2011 Cumartesi

Topaç

İpi, topaça sardı önce çocuk. Fırlatarak çekti ipi. Topaçın metal ucu beton zemine değdi. Kurulmuş zembereğin boşalması gibi dönmeye başladı topaç. Ne kadar da çabuk geçti yıllar. Daha dün gibi aklındaydı oğlunun doğumu. Stresli ve merakla beklenen ayların sonunda bir erkek çocuğu olmuştu Halil’in. Adını Hakan koymuşlardı. Ne kadar da yaramazdı ufakken, hele ayaklanınca. Kerata işte. Ne zorluklarla büyüttüler onu, yaşıtlarından eksik kalmasın diye kendilerinden aldılar oğullarına verdiler. Mahcup etmedi Hakan onları. İlk, orta lise derken Mülkiye'yi bitirip önce kaymakam sonra da vali yardımcısı oldu. Merkezden dışa doğru döne döne savruldu topaç. Evlendi Hakan. Doktordu eşi, kaymakamken tanışmışlar bir yıl içinde de evlenmişlerdi. İkinci yılın sonunda da bir erkek çocukları olmuştu; Haluk. Yakınlardan bir ses geldi. Biri O’na mı sesleniyordu ne. “Dede! Dede!” dedi ağlamaklı ses tonuyla oğlan, “Topacım çukura düştü.” Bastonundan destek alarak doğruldu Halil dede, eğildi aldı topacı düştüğü yerden. Kerata doladı yine ipi topaça, fırlatıp attı parkın beton zeminine. Halil Dede yine daldı geçmişe, geçmiş güzel günlere...

21 Nisan 2011 Perşembe

Doğa İle Yarışmak

Yağmaya başladı yine. Önce sakince ürkütmeye korkar gibi yumuşak yumuşak, sonra delicesine ne arıyorsunuz burada der gibi.
Yürüyoruz toprak, taş, çimen, dal üstüne basa basa; yarıyoruz  iğne yapraklı çalıları, takılıyoruz dallara, kayıyoruz kayalardan. Yürüdükçe küçük dereler akıyor ayaklarımızın altından, fayda etmiyor artık yağmurluk. Bir yandan ter, bir yandan yağmur bedenlerimizi kaplıyor. Rüzgar suratımızı, ıslak vucutlarımızı kesiyor. Nefes alışımız hızlanıyor her adımda. Yağdıkça coşuyor dereler geçit vermem der gibi.  Geçiyoruz yine de düşe kalka, geçtikçe engelleri daha da coşuyor içimiz, kabarıyor azmimiz. Yağmurlu ve soğuk bir günde doğaya meydan okuyoruz, o bir adım atıyor biz bir adım. Amacımız alt etmek değildir doğayı, bize sunduğu nimetlere teşekkür etmektir, yarışarak.
Niçin insan bozar doğayı, niçin yarışmak istemez de salar makinelerini doğaya? Niçin !? Korkar çünkü doğadan. Yarışamaz, kolayı seçer yok eder. Aslında hem bilir, hem de bilemez neyi yok ettiğini; geleceğini. Ama doğa başladı mı konuşmaya; önce usulca damlar, sonra gürler bana mı sordunuz diye. İnsanoğlu bu, ders almaz öyle ya; tek efendisidir o doğanın, dünyanın, kainatın... Nefsine aç gözlülüğüne yenilir. Yenilir de, duramaz aynı kumar gibi. Lakin bilemez ki; kumar oynanmaz doğa ile. Çünkü bilimdir doğa ilkokulda öğretildiği gibi basit ve açık; ağaç toprağı tutar, suyu emer; dere, çay ırmak yatağından akar ama sadece yatağından. İşte bu kadar net…

20 Nisan 2011 Çarşamba

Tik Tak Tik Tak

Güneş apartmanların arasından yükseliyor. Hava bulutlu ama ılıman. İnsanlar uykularından uyanmış yollara dökülmüş yine. Kimi işe, kimi okula, kimi de işini görmeye gidiyor. Duraklar kalabalık mı kalabalık; kimi gelmeyen otobüse söyleniyor kimi umursamaz şekilde gelecek otobüsü bekliyor, kimi de sabah sabah yakmış sigarasını artık keyif mi yapıyor yoksa hayatına mı sövüyor kim bilir? Ana cadde yanında bir grup, belli ki gelecek personel servisini bekliyor. Toplaşmış konuşuyorlar; ellerde poğaça, gevrek poşetleri. Servis gelse de kahvaltılar yense. Otobüsler geliyor arka arkaya. Bir binme telaşı alıyor insanları. Bazı otobüsler balık istifi, el mahkum işe yetişilecek. Bir öğrenci servisi duruyor az ileride; elleriyle sıkı sıkı defter, kitabını tututan öğrenciler biniyor bu sefer minibüse. İşte personel servisi de geldi. Poğaçalı gevrekli hanımlar beyler de bindi sonunda servise. Korna sesleri motor gürültüleri belli zaman sonra yerini belli bir durgunluğa bırakıyor.

Tik tak tik tak.

Güneş tepenin ardından bir kış günü batmaya başlarken önce servislerinden dökülüyor öğrenciler. Kiminin üstü başı dağılmış, kravatlar çıkarılmış gömlekler fora. Yorucu bir günün ardından eve varılacak dersler yapılacak. Otobüsler vızır vızır, duraklarda binenler de inenler de bir telaş içersinde. Derken personel servisleri sırayı alıyor. Sabahki sohbetten eser yok bu sefer, servisten vedalaşıp inen hızlı adımlarla evin, marketin veya fırının yolunu tutuyor. Ismarlanan bir ekmeğin, akşam yapılacak yemeğin derdine düşüyor insanlar.

Tik tak tik tak.

Karanlık bastırıyor, evlerde yemekler yenmiş televizyonlar açılmış. Yeni bir dizi, bir haber, müzik veya magazin programı salonu kaplıyor. Kahveler çaylar içiliyor, çekirdek çiğdem yeniyor. Ve gece. Şehir uykuya dalmış. Tek tek evlerin ışıkları yanık. Bir günün yorgunluğunu atmaya çalışıyor insanlar. Yoldan tek tük araç geçiyor. Bazen bir ambülans gecenin sessizliğini bozuyor.

Tik tak tik tak.

Güneş apartmanların arasından yükseliyor. Hava bulutlu ama…

Tik tak tik tak.

Zaman devinimde. Her güne aynı başlayıp da, karşılaştığı olaylar farklı sadece insanın. Yaşadıkları farklı. Yoksa insan yine uyanıyor, yine işe okula gidiyor, iş okul bitince yine eve geliyor. Temel aynı yani. Ayrıntılar yaşamın gizini ortaya çıkartıyor.

Tik tak tik tak.

Zaman devinimde. Hayat da öyle.

BUMERANG üyesi

Bumerang - Yazarkafe