20 Haziran 2011 Pazartesi

O'nun

Dalyan’da bir Haziran günü…

Çeşme’de esen rüzgâr; karada enerji tribünlerini çevirirken, sahilde yelkenleri şişirip denizi kabartıyor. Sahilde taşlık kesime kurulu platformda sert rüzgâra rağmen güneşe karşı oturmuş; dalgaların sahile vururken çıkardığı o huzur verici hışırtılı, dalgalanan bayrakların çıkardığı patırtılı seslere kulak kabartıyorum.

Ne gariptir ki; bu rüzgârda bile havadaki martı hiç savrulmadan ufak kanat hareketleri ile havada asılı kalıp istediği hareketi yapabiliyorken, neden düşünceler beynimde hapsolmuyor? Girdaba kapılmış bilinmeze doğru yol alıyorken düşüncelerim; dalgalar vuruyor sahile ardı ardına, köpük köpük oluyor sahil.

Yine ne gariptir ki; aklımdan savrulmayan bir tek O. Her dalganın sahile vuruşunda O’nun kokusu, her savrulan düşünceme karşın aklımda tutunan yine O. Dalgalanan bayrak değil, O’nun saçı; köpüren dalga değil, O’nun neşesi.

Güneş denizden batarken platformda oturmuş ufkun kızıllığını, uzak dağların sislere bürünmüş zirvelerini gözlüyorum. Güneşin vurduğu denizde dalgalar ışıl ışıl parlarken ben, Dalyan’da oturmuş O’nu hayal ediyorum.

5 Haziran 2011 Pazar

2006 İtalya...6.Bölüm: Roma

İtalya



Roma aşk şehri. Tesadüf bu ya tersten okununca Amor, yani aşk oluyor Roma'nın adı birden bire. Her yıl 50 milyondan fazla turiste ev sahipliği yapan İtalya'nın kuşkusuz en önemli turizm kenti ve baş şehri Roma. Her yanında dantel gibi süslenmiş bu şehrin her caddesi farklı bir dönemi, her antik yapısı farklı bir hikayeyi anlatır size.

Floransa'dan aldığımız kahvaltı ile otelimizden ayrıldık. Roma'ya vardığımızda öğle üzeriydi. Bazen otobüsümüzden inerek, bazen otobüsümüzde Roma'nın belli başlı noktalarını tanıdıktan sonra konaklayacağımız Roma merkezindeki otelimize yerleştik. Otelimiz Termini Ana Metro / Tren İstasyonuna 150 metre mesafede, Via Cavour üzerinde Hotel Massimo D'Azeglio oldukça eski bir yapı. Öyleki yer döşemeleri ,eğer 2006'dan bu yana revizyon görmediyse, tahta ve banyosu neredeyse odadan daha büyüktü. Ayrıca her metro geçişinde hafiften titrediğinizi hissedebilirsiniz!  Ancak hem metroya, hem de Roma'nın önemli tarihi turistik merkezlerine yürüyüş mesafesinde olması, ki Collesium'a 1,500 metre olmasına rağmen yola açılan birçok sokakta eski Roma'nın tadını alabileceğiniz gerek mimari gerekse anıtsal objeler mutlaka gözünüze çarpıyor, çok büyük avantajdı.
Yeri gelmişken katıldığımız tur 7 gece 8 gün idi ve bunun 2 gece konaklaması Roma'da geçti. Benim tavsiyem Roma'ya ayrı gitmeli ve en az 3 gece konaklamalı kalmalı; zira Roma merkezindeki tarihi yerlere 1 gün, Tiber Nehri ve Vatikan'a 1 gün, Pompei'ye giderseniz yine 1 günü mutlaka ayırmanız gerekiyor.

Venedik Meydanı (Piazza Venezia) ve II.Vittorio Emanuella  Anıtı
İtalya'nın ilk kralı olan II. Vittorio Emanuella 'nın bir heykeli Piazza Venezia'da yer alır. Buraya Venedik Meydanı denmesinin nedeni meydanın her iki yanında alan Venedik tarzı yapılardandır. Ayrıca arka tarafta bulunan yapının üzerinde bulunan kabartmalar İtalya'nın temelinde bulunan çalışmayı ve sevgiyi temsil etmektedir.

La Fontana di Trevi
La Fontana di Trevi; Aşk Çeşmesi olarak adlandırılmasına rağmen gerçek adı Üçyol Çeşmesi'dir. Aşıklar burada çeşmeye sırtlarını dönerekten havuza para atarlar ve dilek dilerler. Roma'nın en büyük gelir kaynaklarından biridir, zira her hafta belediye buradaki paraları toplayarak kasasına koymaktadır!


Colesseo (Colosseum); bir amfitiyatro ve arenadır. Vespasianus tarafından M.Ö.72 yılında yapımına başlanmış, M.Ö. 80 yılında Titus tarafından inşası bitirilmiştir. Colesseo devasa demektir. Ancak buradaki devasa kelimesi yapıdan değil, zamanında yanında bulunan 5. Roma İmparatoru Nero'nun devasa heykelinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı Roma İmparatorluğu'nun en büyük arenasına Kolezyum denmiştir.

13 Mayıs 2011 Cuma

Hayatın Meyi

Yağmur yağdı, damla düştü.

Bitki emdi; çiçek açtı, buğday oldu.

Ağaç emdi; yaprak oldu, meyve oldu,

Toprak emdi; pınar oldu, dere oldu

Canlı içti; cana can oldu.

Denizde dalga oldu.

Güneş açtı, kıpırdadı buhar oldu

Gökyüzünde pamuk gibi bulut oldu.

Yeri geldi, ol dendi yağmur oldu, dolu oldu, kar oldu

Eninde sonunda su oldu.

Doğaya hayat, canlıya can oldu.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Gibi Gibi

 
Karanlığın içinden ışık gibi,

Issızlığın içinde melodi gibi,

Yalnızlığa dost gibi,

Mutluluğa pınar gibi,

Eser bahar gibi,

Tebessümü gül gibi.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Martı


Kondu konacak, konamıyor.

Yarışırcasına araba vapuruyla,

Kanat çırpıyor bir sağa, bir sola.

Dans ediyor adeta, vapurla martı.

                                *

Bir yanda motor gümbürtüsü, bir yanda rüzgâr,

Bir yanda şehrin ışıkları, bir yanda yakamoz.

Körfez üstünde araba vapuru içinde, tutsak biz,

Bizle, oyun oynayan martı.

                                 *

Işık vuruyor üstüne pruvadan,

Flaşlar patlıyor gecenin sessizliğini bozan.

Sahnede dans edercesine süzülüyor,

Kondu konacak, konamıyor martı.

Sen

Yine uykusuz bir gece

Karanlıktaki sessizliği panjurun tıkırtıları bozuyor

Dışarıda rüzgâr, ruhumda fırtına

İçim girdap gibi

Düşünceler sağdan sola savruluyor

Tıpkı uçuşan yapraklar gibi

Bir tek sen ayaktasın, gel bana tutun der gibi.

28 Nisan 2011 Perşembe

Çaresiz

Hâlbuki ne de güzel başlamıştı gün. Kasabadan yarım saatlik bir yürüyüşle gelmişti Ege Denizi’nin yeşil-mavi sularını gören bu tepeye. Patika boyunca orman sık değildi. Asırlık çam ağaçları eşlik etmişti O’na. Bir yanında deniz, bir yanında orman; havada bahar kokusu. Hava ne sıcak ne soğuktu; Ege’de tipik bir Mayıs günüydü. Denizden esen hafif ılık rüzgâr terini alıp götürüyor, hoş bir serinlik bırakıyordu vücudunda.
 

İlk defa gelmiyordu bu bölgeye her yıl kamp yapmaya gelir, en az iki gün kalırdı. Öğle vakti çadırını kurmuş, hafif atıştırmıştı. Çevreye kısa gezintiler yapmış; bol bol doğa, çiçek ve böcek resimleri çekmişti. Kadrajına güzel kareler de düşmüştü. Bunları yazacağı “Doğada Yalnızlık” adlı eserinde kullanabilirdi. Fotoğraf çekiminden sonra gölge bir ağaç altı bulup uzanmıştı çimenlerin üzerine. Doğayı dinlemiş; şakıyan kuşları, yakında akan derenin sesini hissetmişti ruhunda. Birkaç defa da arı vızıldayıp durmuştu kulağında, oralı olmamış tüm bedenini teslim etmişti doğaya.




23 Nisan 2011 Cumartesi

Topaç

İpi, topaça sardı önce çocuk. Fırlatarak çekti ipi. Topaçın metal ucu beton zemine değdi. Kurulmuş zembereğin boşalması gibi dönmeye başladı topaç. Ne kadar da çabuk geçti yıllar. Daha dün gibi aklındaydı oğlunun doğumu. Stresli ve merakla beklenen ayların sonunda bir erkek çocuğu olmuştu Halil’in. Adını Hakan koymuşlardı. Ne kadar da yaramazdı ufakken, hele ayaklanınca. Kerata işte. Ne zorluklarla büyüttüler onu, yaşıtlarından eksik kalmasın diye kendilerinden aldılar oğullarına verdiler. Mahcup etmedi Hakan onları. İlk, orta lise derken Mülkiye'yi bitirip önce kaymakam sonra da vali yardımcısı oldu. Merkezden dışa doğru döne döne savruldu topaç. Evlendi Hakan. Doktordu eşi, kaymakamken tanışmışlar bir yıl içinde de evlenmişlerdi. İkinci yılın sonunda da bir erkek çocukları olmuştu; Haluk. Yakınlardan bir ses geldi. Biri O’na mı sesleniyordu ne. “Dede! Dede!” dedi ağlamaklı ses tonuyla oğlan, “Topacım çukura düştü.” Bastonundan destek alarak doğruldu Halil dede, eğildi aldı topacı düştüğü yerden. Kerata doladı yine ipi topaça, fırlatıp attı parkın beton zeminine. Halil Dede yine daldı geçmişe, geçmiş güzel günlere...

21 Nisan 2011 Perşembe

Doğa İle Yarışmak

Yağmaya başladı yine. Önce sakince ürkütmeye korkar gibi yumuşak yumuşak, sonra delicesine ne arıyorsunuz burada der gibi.
Yürüyoruz toprak, taş, çimen, dal üstüne basa basa; yarıyoruz  iğne yapraklı çalıları, takılıyoruz dallara, kayıyoruz kayalardan. Yürüdükçe küçük dereler akıyor ayaklarımızın altından, fayda etmiyor artık yağmurluk. Bir yandan ter, bir yandan yağmur bedenlerimizi kaplıyor. Rüzgar suratımızı, ıslak vucutlarımızı kesiyor. Nefes alışımız hızlanıyor her adımda. Yağdıkça coşuyor dereler geçit vermem der gibi.  Geçiyoruz yine de düşe kalka, geçtikçe engelleri daha da coşuyor içimiz, kabarıyor azmimiz. Yağmurlu ve soğuk bir günde doğaya meydan okuyoruz, o bir adım atıyor biz bir adım. Amacımız alt etmek değildir doğayı, bize sunduğu nimetlere teşekkür etmektir, yarışarak.
Niçin insan bozar doğayı, niçin yarışmak istemez de salar makinelerini doğaya? Niçin !? Korkar çünkü doğadan. Yarışamaz, kolayı seçer yok eder. Aslında hem bilir, hem de bilemez neyi yok ettiğini; geleceğini. Ama doğa başladı mı konuşmaya; önce usulca damlar, sonra gürler bana mı sordunuz diye. İnsanoğlu bu, ders almaz öyle ya; tek efendisidir o doğanın, dünyanın, kainatın... Nefsine aç gözlülüğüne yenilir. Yenilir de, duramaz aynı kumar gibi. Lakin bilemez ki; kumar oynanmaz doğa ile. Çünkü bilimdir doğa ilkokulda öğretildiği gibi basit ve açık; ağaç toprağı tutar, suyu emer; dere, çay ırmak yatağından akar ama sadece yatağından. İşte bu kadar net…

20 Nisan 2011 Çarşamba

Tik Tak Tik Tak

Güneş apartmanların arasından yükseliyor. Hava bulutlu ama ılıman. İnsanlar uykularından uyanmış yollara dökülmüş yine. Kimi işe, kimi okula, kimi de işini görmeye gidiyor. Duraklar kalabalık mı kalabalık; kimi gelmeyen otobüse söyleniyor kimi umursamaz şekilde gelecek otobüsü bekliyor, kimi de sabah sabah yakmış sigarasını artık keyif mi yapıyor yoksa hayatına mı sövüyor kim bilir? Ana cadde yanında bir grup, belli ki gelecek personel servisini bekliyor. Toplaşmış konuşuyorlar; ellerde poğaça, gevrek poşetleri. Servis gelse de kahvaltılar yense. Otobüsler geliyor arka arkaya. Bir binme telaşı alıyor insanları. Bazı otobüsler balık istifi, el mahkum işe yetişilecek. Bir öğrenci servisi duruyor az ileride; elleriyle sıkı sıkı defter, kitabını tututan öğrenciler biniyor bu sefer minibüse. İşte personel servisi de geldi. Poğaçalı gevrekli hanımlar beyler de bindi sonunda servise. Korna sesleri motor gürültüleri belli zaman sonra yerini belli bir durgunluğa bırakıyor.

Tik tak tik tak.

Güneş tepenin ardından bir kış günü batmaya başlarken önce servislerinden dökülüyor öğrenciler. Kiminin üstü başı dağılmış, kravatlar çıkarılmış gömlekler fora. Yorucu bir günün ardından eve varılacak dersler yapılacak. Otobüsler vızır vızır, duraklarda binenler de inenler de bir telaş içersinde. Derken personel servisleri sırayı alıyor. Sabahki sohbetten eser yok bu sefer, servisten vedalaşıp inen hızlı adımlarla evin, marketin veya fırının yolunu tutuyor. Ismarlanan bir ekmeğin, akşam yapılacak yemeğin derdine düşüyor insanlar.

Tik tak tik tak.

Karanlık bastırıyor, evlerde yemekler yenmiş televizyonlar açılmış. Yeni bir dizi, bir haber, müzik veya magazin programı salonu kaplıyor. Kahveler çaylar içiliyor, çekirdek çiğdem yeniyor. Ve gece. Şehir uykuya dalmış. Tek tek evlerin ışıkları yanık. Bir günün yorgunluğunu atmaya çalışıyor insanlar. Yoldan tek tük araç geçiyor. Bazen bir ambülans gecenin sessizliğini bozuyor.

Tik tak tik tak.

Güneş apartmanların arasından yükseliyor. Hava bulutlu ama…

Tik tak tik tak.

Zaman devinimde. Her güne aynı başlayıp da, karşılaştığı olaylar farklı sadece insanın. Yaşadıkları farklı. Yoksa insan yine uyanıyor, yine işe okula gidiyor, iş okul bitince yine eve geliyor. Temel aynı yani. Ayrıntılar yaşamın gizini ortaya çıkartıyor.

Tik tak tik tak.

Zaman devinimde. Hayat da öyle.

10 Şubat 2011 Perşembe

Aydınlığa

Soğuk bir İzmir akşamı. Hava soğuk ama ayaz yok. Paltolarımızla Pasaport'ta deniz kıyısındayız. Çaylarımızı yudumluyoruz. Her ne kadar yıldızlar şehir ışıklarından yeteri kadar gözükmüyorsa da ay kendini karanlık gökyüzünde belli ediyor. Hilalden yeni çıkmış ay, dolunaya yol almakta.  Hemen altında bir yıldız aya evrende arkadaşlık ediyor.  Yamanlar Dağı'nın etekleri ışıl ışıl. Karşıyaka ışıklarını yakmış. Şehir artık dağları da aşmış, Çiğli taraflarında karanlıkta kalan yer yok gibi. Az ilerimizde Pasaport İskelesi. Yanaşacak gemisini bekliyor özlemle. İçindekiler de kavuşacaklarını. Arnavut taşlı yolda genci, yaşlısı Cumhuriyet Meydanına akıyor. Meydandaki Atatürk Heykeli ışık cümbüşü içinde Ege denizini işaret ediyor. 
Bir an için deniz yüzeyine takılıyor gözlerimiz. Yansıyan ışıkla aydınlanan yüzeyde onlarca küçük balık, ışığa doğru hamle yapıyor. Karanlıktan aydınlığa yüzüyorlar. Tıpkı İzmir gibi…

2 Şubat 2011 Çarşamba

Balon ve Çocuk

Düdük bir kez daha çalıyor.  Motorun gümbürtüsü vapuru kaplıyor. Vapur sarsılarak mavi sularda yol almaya başlarken, bir kadın sevdiklerine el sallıyor. Hava güneşli mi, güneşli. Güneş o kadar parlak ki; gözlüğüme rağmen, gözüm kamaşıyor. İzmir ilkbaharı karşılıyor. Önümde Ege Denizi. Ciğerlerim iyot kokusu ile doluyor.  Havadaki esinti, tam yüzüme vuruyor. Vapur artık tam yolda, sarsılma yerini motorun inlemesine bırakıyor. Gözümü kapayıp, doğayı dinliyorum. Vapurun yol alırken çıkardığı metalik sesi, dalgaların çarpışını hissediyorum kulaklarımda. Yolcuların çaylarını karıştırırken çıkardıkları tınıdan, kafamda bir melodi oluşuyor. Bir amcanın torunuyla yaptığı konuşmayı çocuğun haylaz gürültüsü kesiyor.
Ve Martılar. Kıyı kentlerinin olmazsa olmazları. Vapurun etrafında kanat çırpışlarına bağırtıları karışıyor. Bir an için bağırtıların geldiği yöne bakıyorum. 55-60 yaşlarında bir hanım. Düzgün giyimli; üzerinde lacivert pantolon, yeşil anorak ve boynunda ise kırmızı bir fular var. Elinde tuttuğu poşetten ekmek parçaları çıkararak denize doğru savurması ile martıların dalması bir oluyor. Bağırtılar arasında çoğu parça havada kapılıyor. Bir anda bir düdük sesi geliyor yakınlardan. Bir araba vapuru, kalktığımız iskeleye doğru yol alıyor. Selamlaşıyor kaptanlar. Bir çocuk takılıyor gözüme. Elinde kırmızı bir balon, güvertede neşe ile koşturuyor.
Balon ve çocuk. Sahi bir zamanlar biz de çocuktuk, değil mi?

24 Ocak 2011 Pazartesi

Koloni

"Çığlık orgun içine hapsolmuştu."*

Böyle başlıyor Jean-Christophe Grangé “Koloni”ye. Nazi Almanyası’ndan, 1973 Pinochet Şilisi’ne oradan da günümüz Fransası'na uzanan işkence, tarikat ve çığlık yumağı.

Koloni… En basit anlatımı ile; hiçbir öldürücü alet kullanmadan sadece çocukların çıkardığı çığlığın insanı öldürebileceği üzerine kurulmuş, olayların ayrıntıları ile irdelendiği ve kurgulandığı bir roman.
"Onlar çocuktular… En mükemmel elmaslarının saflığındaydılar… Ne ufak bir lekeleri ne de ufak bir kusurları vardı… Ve ne de en ufak bir günahları. Ama onların saflığı kötülüğün saflığıydı…"*
Paris’te  Ermeni Kilisesinde esrarengiz bir cinayete kurban giden Şilili müzikolog ve koro şefi Goetz… Cinayet sırasında kilisede bulunan Ermeni kökenli emekli baş komiser Kasdan olayı çözebilecek midir? Olay yerindeki küçük ayak izleri kimlerindir? Kilise korolarından kaybolan çocukların sırları nedir?
Dört günde ard arda işlenen ve faillerinin küçük çocuklar olduğu dört cinayetin ortak noktası; öldürülenlerin kulak zarlarının patlamış olmasıdır.
Peki, cinayet aleti nedir? Çığlık olmasın! Çocukların o saf sesleri.
Kasdan’ın araştırmasına sonradan katılan, görevden uzaklaştırılmış uyuşturucu müptelası Rus kökenli polis Volokine… Her ikisinin de geçmişten gelen sırları var. Kasdan gerçekten Kasdan mı?  Volokine neden çocuklara karşı işlenen suçlarda hassas?
Müzik ile işkenceyi bir araya getiren Nazi müzikolog Hartmann Almanya’da barınamayınca hangi ülkede Koloni’yi kurdu.
Şili’de çocuklar üzerinde gerçekleştirilen deneylerde bulunan ve Pinochet’in devrilmesine yakın Fransa’ya sığınan koro şefi kimdi dersiniz?
Fransız haber alma ve askeri istihbarat servislerini Şili’de bir araya getiren esrarengiz neden: İşkence.
Avrupa’nın göbeğinde, Fransa’nın uzak bozkırında Fransız devletinin himayesinde kurulan ve kendi kendini yöneten “Ülke içinde Ülke: Koloni”. Ve başında babasından görevi devralan oğul Hartmann.
Koloni’de çocukluğunu geçirmiş Volokine ve eski asker emekli baş komiser Kasdan Koloni’ye sızıp çatışırken, Fransa devleti Koloni üzerindeki korumasını kaldırır. Rüzgâr tersine dönmüştür. Koloni dağıtılmıştır, ancak insanı öldürebilecek çığlığa sahip olan çocuk hangisidir?
Jean-Christophe Grangé ustalığını yine konuşturuyor. Fransız edebiyatının ünlü kalemi, bu romanında da sosyolojik betimlemelere yer verirken tarihsel saptamalarda da bulunuyor.  Grangé; bir yandan işkenceci Fransız subayların davranışlarını, polislerin olaylara yaklaşımlarını, Hıristiyan inancında müziğin toplumdaki yeri ve Koloni’de yaşayan insanların davranışlarını irdelerken; bir yandan da Nazilerin ikinci dünya savaşında insanlık dışı deneylerini, 1970 yılında Şili’de iktidara gelen sosyalist Allende yönetiminin Amerikalılar tarafından 1973 yılında neden sona erdirildiğini, bir darbe ile Allende’nin yerine geçen diktatör Pinochet’in 17 yıl süren kanlı iktidarını, bu diktatörlüğe yardım eden Fransız subayların Fransa’nın üstün çıkarları için Afrika sömürgelerinde yaptıkları akıllara durgunluk veren katliamlarını da satır aralarında okuyucuya aktararak merak uyandırıyor. Koloni nefes nefese okuyacağınız, okurken sizi sıkmayan keyifli bir polisiye.   
*Alıntılar: "Koloni, J.C.Grangé, Doğan Kitap,2009"
                                                                                                   


14 Ocak 2011 Cuma

Gaz Lambası

Şöyle biraz gerilere gitsek, zaman tüneline girsek.
Hani fırtınalı bir günde, yağışlı bir havada ya da üretimin yetersiz kaldığı bir anda gece gündüz fark etmez gidiverirdi elektrik. Gece ise ani bir kararma ufak bir sersemlemeyle beraber ne olduğunu anlayana kadar bir an çaresizlik içinde kalırdık. Gündüz ise duran buzdolabına, görüntüsü giden televizyona ya da sesi kesilen radyoya bir an için istemsizce göz atardık.
Gece ise el yordamıyla önce bir kibrit ya da bir çakmak; sonra ise bir mum ama her evin vazgeçilmezlerinden bir gaz lambası arardık. İlkokul yıllarından hatırlıyorum da; özellikle kış günlerinde yemeği yer verilen ödevleri yapmak için tam otururdum. Haydeee, elektrikler yine gitti! Hemen el yordamıyla bir kibrit kutusu bulunur, gaz lambamız dolaptan masaya terfi ederdi. Buram buram gaz yağı kokan fitili çıkarılır, kibrit ile tutuşturulurdu. Tabii gaz lambasının şişesini yerine yerleştirmeden net bir ışık almak imkansızdır. Eh, onu da yerine yerleştirdikten sonra başlardık ödevleri yapmaya. Ama bir ampülünün yaydığı  ışık kadar her yeri aydınlatamazdı. Okumaya kalkardınız; sayfa yaprakları saman kağıdından sarı, yutardı harfleri ya da aydınlatamazdı kitabın her köşesini, zor bela okurdunuz. Yazmaya kalkardınız; kalemin izi denk gelir parlardı. En çok da aklınızda, gaz yağının yanmasıyla oluşan o isin kokusu beyniniz de yer ederdi. O yağlı genzi yakan kesik  kokusu. Kesik koku arttıkça anlardınız ki; fitil biraz ucundan kesilmek istiyor. Zira yanan artık gaz yağı değil fitilidir. Yoksa lambanın suçu yoktur, aydınlatır sadece.
Kaçımızın artık evinde gaz lambası var, ya da gaz lambası görmüşlüğümüz var mı? Artık ya pil ile çalışan fenerler ya da şarjlı ışıldaklarımız var. Çin malı.
Gaz lambaları emekli oldu artık. Geçmişte kalan herşey gibi yaşandı bitti…

BUMERANG üyesi

Bumerang - Yazarkafe